26 Kasım 2008 Çarşamba

çalışan annenin bitmeyen sorunsalı

Dünden beri bir blogta okuduğum annelerin çalışması ile ilgili bir yazı ve bu yazıya bırakılan yorumlar hakkında düşünüyorum.
Ben çalışırken evde olmayı, evdeyken de çalışmayı özlüyorum...
Bu anlamda yine çelişkiler ve gelgitler yumağıyım...

Bırakılan yorumlarda, çocuğun annesine ihtiyacı vardır, nasıl bakıcıya bırakırsınız, insan yetiştirmek herşeyden önemli, nasıl işe gidebilir insan, ilklerini hep başkaları görecek konulu yorumları okurken neden sinirlendiğimi çözemedim ama. Evet düpedüz sinirlendim. Bu kadınların gerçekten mutlu olup olmadıklarını düşündüm.

Ama hayal ettiğim hayatı düşündüm sonra. Bu hayatta ben hiç işe gitmiyorum, gitmek zorunda kalmıyorum...

10 sene çalıştıktan sonra isteğim dışında işsiz kaldım ben. O dönemde kızım 3 yaşındaydı. Durum ufukta belirmeye başlayınca çok sevindim. Yıllardır hayal ettiğim hayat beni bekliyordu. Kızımın uyanışını görecek, ona kahvaltı hazırlayacaktım, sonra beraber gezmelere gidecektik, parka ben götürecektim onu. Öğle uykusuna yattığı saatlerde yemek hazırlayacak, biraz kendime vakit ayıracaktım. Düşündükçe heyecanlanıyordum bu hayatı.

Çıkışlarımızı verdikleri gün hiç de beklediğim gibi mutlu olamadığımı farkettim. Bankada neredeyse 1 yıla yakın maaşım duruyordu, tazminat almıştım çünkü. Yani 1 yıl çalışmasam, madden etkilenmeyecektik.

Üstelik nasılsa birkaç ay sonra bir iş bulurum düşüncesiyle evdeki bakıcıyı da göndermemiştim. Evimin işi yapılıyordu, çocuğumu bırakıp çıkmam gerektiğinde sorunum yoktu. Kızımla beraber gezmelere giderken de, bakıcıya yemek, ütü vs için talimat bırakıp kızımı da alıp çıkıyordum. Akşam geldiğimde herşey hazır oluyordu.

Ben her zaman olduğu gibi yaşarken, tadını değil bokunu çıkardığım için, sürekli mızmızlanıyordum.
Başvurduğum, görüşmeye gittiğim, birçok iş görüşmesi vardı. Ama bıraktığım işin koşullarıyla hiçbiri boy ölçüşemediğinden, standartlarımı düşürmeyi de gururuma yediremediğimden, bir türlü iş bulamıyordum.

Sürekli depresiftim. Halbuki maddi kaygılar da henüz baş göstermediğinden tam bir tatlı hayat yaşıyor, geziyor tozuyor harcıyordum...

Haftalarım dolu dolu geçiyordu. 10 yıldır yapmayı isteyip de yapamadıklarım listesinde bulunan herşeye vakit ayırmaya çalışıyordum. Aşırı da sosyal birisi olduğum için, hafta başından tüm haftayı programlamış, çalışmayan arkadaşlarla görüşmeler ayarlamış, sinemalar, tiyatrolar, alışveriş merkezleri gibi gidilecek yerlerin listesini de hazırlamış oluyordum. Bu programların %80’ inde kızım da vardı. Doya doya gezip tozuyorduk onunla. Sabah kalkıyor, kahvaltı ediyorduk. Ben keyif çayımı içerken bakıcı masayı toplayıp, öğlen yemeğini yapıyordu. Sonra programımız yoksa kızımı alıp parka gidiyordum. Parktan gelip öğle yemeğini yedirip uyutuyordum kızımı. Bazen ben de onunla uyuyakalıyordum. Uyumadığım zamanlarda mutfağa girip tarifler deniyordum.
Bazen bilgisayar başında takılıp kalıyordum. Bazen kitap okuyordum, bazen tv izliyordum, bazen örgü örüyordum.

Dışarı çıktığımız zamanlarda da kızımı giydirip süsleyip ya bir alışveriş merkezine ya sinemaya ya da bir arkadaş gezmesine gidiyorduk. Bazen arkadaşlar bize geliyordu. O zaman onlara güzel masalar kurmak için sıvıyordum kolları.

Güneşli sonbahar, kış günleri öğleden sonralarında çocuklarımız oynarken, biz de sohbet ediyorduk.
Bazen de tek başıma, kimse olmadan geziyordum. Mağazalara, kitapçılara amaçsızca girip çıkıyor, sevdiğim sokaklarda, caddelerde dolanıyordum.
Kızıma güzel şeyler alıyordum bazen. Elim kolum poşetlerle dolu eve dönüyordum.

Ama işin garibi, mutlu değildim.
Daha ilk haftadan, kendimi amaçsız, ipsiz, sapsız bir sabah sabah seda sayan kadını gibi hissetmeye başlamış, bankaların bile önünden geçerken orada harıl harıl çalışan, presantabl kadınlara hasetlenir olmuştum.
Bu şekilde yaklaşık 10 ay geçirdim. Üstelik 10 ay zarfında işsizlik sigortasından da maaş aldım.
Hayatımın en güzel ama en güzel dönemiydi. Daha doğrusu dönemiymiş.

Zaman ilerleyip, görüşmelerim olumsuz oldukça umudum kırılmaya başladı. Ben hep böyle evde kalacağım diye korktum.
Bu hayat her ne kadar güzel görünse de, rutine girdikten sonra o da sıkıyor. Üstüne üstlük, 1 yılın sonunda paralar suyunu çekmeye başlayıp da bazı lükslerimizden ödün verme durumlarıyla karşılaştığımda, moralim daha da bozuldu.


Önce bakıcım işi bıraktı. Temizlikçiyi haftada 2 güne çıkardım hemen. Haa bakıcı gelirken eve haftada 1 de temizlikçi alıyordum. Paraların bu kadar çabuk bitmesine şaşmamalı.
Sonra harcamalarımıza dikkat etme dönemi başladı. Eee ister istemez bu gezme tozma, sinema, alışveriş olaylarım kısıtlandı.
Bu da bendeki stresi arttırdı.
Çalışmamak güzel; ama kaynaklar kısıtlıyken, geçim derdi varken, harcayacağınız paranın hesabını sürekli yaparken, aldığınız en basit şeylerden bile vicdan azabı duyarken hiç değil, tecrübeyle sabittir.
Önceden çocuğuma beğendiğim bir pantolonu pervasızca alabilirken, şimdi 10 kere düşünür olmuştum. Çok pahalı, daha ucuzunu bulur muyum, gereksiz mi acaba şimdi diye...

Önceden dışarıda program yapmak için hiç düşünmezken, şimdi ay şimdi masraf olacak, öğle yemeğini yiyip gideyim, orada sadece çay içerim, yoksa evde mi buluşsak para harcamamış oluruz diye hesap kitaba başlamıştım...

1 yıl bittiğinde ben artık çalışmama olayından hevesimi almış, bir iş bulmak için deli gibi dua eder hale gelmiştim.
Sabah kalk, ortalığı topla, çocuğu yedir içir, onunla oyna, akşam için yemek ayarla döngüsü sandığım kadar mutlu etmemişti beni...
İşe gittiğim ...hanım olduğum, daha bakımlı olduğum, kendime sanki daha fazla saygı duyduğum günleri özlüyordum.
Para kazanamıyordum artık. Birşey üretemiyordum. Evet bir evi idare ediyor, bir çocuk yetiştiriyordum ama bu beni tatmin etmiyordu.
Kızımla olmaktan çok mutluydum, ama kreş yaşı da gelmişti. O kreşe gidince evde beni bekleyen büyük boşluk ve yalnızlığı düşünmemeye çalışıyordum.
Derken daha fazla erteleyemedik elbette, yarım gün kreşe başladı. Yarım gün onsuz olmak bile bana koydu. Ben neden evdeyim diye sorgulamaya başladım.
Tam gün gitmeye başlarsa ben ne olacağım diye kendime acımaya başladım.

Zamanla kendime saygım azaldığından, ruh halim de bozuldu. Eşime herşeyden hır çıkarır oldum. Bugünlerde itiraf ediyor eve gelirken ayaklarının geri geri gittiğini...
Kumaş pantolonlarıma özlemle bakıyordum, üstümde kot ve eşofmandan oluşan üniformalarım vardı artık. Topuklu ayakkabılarım dolapta tozlanıyordu. Giyim tarzım değişmişti.
Çalışan arkadaşlarımı kıskanır olmuştum....
1.5 yıl sonunda bir iş buldum. Fakat çok büyük bir hata yaptım. Kariyerimde açılmış bir kara deliktir orası. 5 ay beni ruhen ve bedenen çok yıpratan bir işte çalıştım. 5 ay dayanabildim. İş bulmadan, bulur muyum diye kaygılanmadan kaçtım. İyi ki öyle yapmışım.
İşsizliğimdeki 2. dönem çok kısa sürdü.
Daha ilk haftada insanın dudağını uçuklatacak kadar ilahi bir tesadüfle şu andaki işimden teklif aldım. Görüşme, kararsızlık, süreç vs derken 2 ay geçti yine evde.
Ama sonu olduğunu bildiğim için bu 2 ayı o kadar güzel, o kadar dolu dolu yaşadım ki....
Gerçekten özlemiş ve arzu ettiği koşullara kavuşmuş birisi olarak başladım tekrar yeni işime.
Şu anda mutsuz değilim ama geçmişime döndüğümde o kıymetini bilemediğim 1.5 yılımı çok özlüyorum, çok imreniyorum.
Neleri yanlış yaptığımı farkediyorum.
Genel olarak anın tadını çıkaramama problemim var benim. Ya geçmişi özlüyor ya da daha iyisi olsaydı diye dertleniyorum. Oysa yaşadığın gün de bir gün geçmiş oluyor ve özleniyor aslında.
O zamanlarda kızıma bir kardeş doğurmamam yaptığım en büyük hata. Doğursaydım, şimdi o da kreşe gidiyor olacaktı. Artık yaşım ilerledi, bakım problemi var, kesinlike cesaret edemem.
Hemen iş bulurum, hamile kalırsam çalışma hayatından iyice uzak kalırım diye korktum o zaman.
Belki de böylesi hayırlıydı kimbilir.
Ama şu gün tekrar düşündüğümde, maddi kaygılarım olmasa, çalışmazdım diyorum. Çocuğunu kendi büyütebilenlere gıpta ediyorum. Ama bir yandan da kadın, çalışma hayatında mutlaka olmalı diyorum. Evkadını olup, çocuk, çamaşır, ev işi arasında körelip gitmemeli. Bir ömrü sadece evde tüketmemeli bir kadın. Üretmeli, kazanmalı.
O yüzden bence ilk 3 yılın kadının evde oturup çocuğuna bakmasını destekleyen yasalar olmalı bizde. Ama 3 yılın sonunda da kadının çalışmasını desteklemeli yasalar. Çocuk okula başladıktan sonra anne de işe başlamalı. Çalışmaya gönlü ve gücü olan her birey çalışmalı.
Çok karışık yazdım, keşke toparlayacak vaktim olsa...
Ama uzun zamandır içimi dökmek istiyordum bu konuda...

14 Kasım 2008 Cuma

I.S.S.I.Z A.D.A.M

son günlerde seyrettiğim en sıcacık filmdi, ıssız adam...
kıpır kıpır etti içimi, beni benden aldı götürdü. neydi bu kadar güzel olan diye anlatmaya kalksam, sıradan bir hikayeden öte birşey çıkmayacak ağzımdan.
ama işte, bu sıradan hikayeyi böyle güzel, böyle çarpıcı, böyle dokundurucu anlatmış çağan abimiz...belki de ben çok hazırdım etkilenmeye, belki ben çok motive gittim bilmiyorum. ama koltuğa çivilendim, nefes alamadım, ağlamadım sonunda ama vuruldum...evet ben bu filme vuruldum. bu filmde istanbula tekrar aşık oldum. bu filmde aşık olmanın ne kadar güzel olduğunu tekrar hatırladım.
hikaye bir metropol aşkını anlatıyor. alper kendi cafe' si olan bir genç adam. mutfağa giren, güzel ve yaratıcı yemekler yapan, şarap içmeyi seven, şaraptan anlayan ince ruhlu erkek profiliyle hepimizin gönül telini şöööyle bir titretiyor. ama yalnız bir adam alper. anadoludan gelmiş. iliklerine kadar istanbullu olmuş. çılgın kalabalık içinde ama yalnız. filmin başında hep bu sahneleri görüyoruz. tüm zevkleri tatıp, hep bir ilerisini, daha başkasını aramanın özlemiyle olmadık şeyler deniyor. aşk yok sadece seks var hayatında. parayla seks yaptığı kadınlar, tek gecelik ilişkiler var. hiçbir zaman yatağında bir kadınla uyumuyor ama. başkasıyla uyuyamıyor, öyle kanıksamış yalnızlığını...
sonra adayı tanıyor tesadüfen. hayatı değişiyor, sevmeyi, dokunmayı öğreniyor ama öğrendiklerinden ürküyor. kendi soğuk ve paslı yalnızlığına geri dönmeyi istiyor, bir süre mücadele ediyor. sonra vazgeçemiyor alışkanlığından.
bir aşk filmi olarak elbette daha güzel, daha dokunaklı, daha acıklı, daha ajite olabilirdi, ama bu haliyle öyle yalın, öyle gerçek, öyle aydınlık ki bu film...insan şöyle olsaydı bile diyemiyor, ben diyemedim. tam olması gerektiği gibi olmuş bence.
istanbul sahnelerine eridim bittim, daha da bir özledim.
müzikler özellikle 70' li yıllardan seçilmiş. nil burak, ayla dikmen, semiramis pekkan, insan dinledikçe dinleyesi geliyor. bir filme bu kadar mı yakışır dedirtiyor. o yıllardaki temiz ve sade aşkları mı hatırlatsın diye seçildiler bilmem...
belki de benzeri bir hikayem olduğu için geçmişimde bu kadar tutuldum bilmiyorum, ama ben bu filmi çok sevdim, çooook sevdim...