25 Aralık 2008 Perşembe

KARDEŞ SORUNSALI


Dün bütün muhabbetimiz kardeş üzerineydi. Dünkü ısrarlı soruları:
- sen neden son zamanlarda eskiden daha çok yatıyorsun. (sorma çocuum, bir enerjisizliktir gidiyor, eh sendeki gibi genç değilim ki artık)
- Neden son zamanlarda hep miden kötü (yarama parmak basma, su bile içimi döndürüyor, ben bu hallere düşecek insan mıydım)
- Kardeşim karnına gelince, karnın şişecek, o zaman doktora gideceksin, doktor da hamilesiniz mi diyecek? (hemen karnıma bir bebek konuvereceğini düşünüyor yazık)
- Kardeşim karnına gelince, karnında zıplayabilecek miyim? (Tabi yavrum buyur, benim karnım sizler için yaratılmış, biriniz içeride biriniz dışarında tepinebilirsiniz)
- (yukarıdaki soruya hayır demem üzerine) peki ilk zamanlar küçük olacakmış ya kardeşim karnında, o küçücük olduğu zamanlarda da mı zıplayamam? (taktı çocuk illa ki zıplayacak)

Sonra “Ben yarın annem hamile olsun diye dua edicem biraz” dedi gitti odasına. Bu dua olayına annem alıştırdı. Torununu dinden imandan uzak yetiştiririz diye bir endişe mi hasıl oldu anlamadım. Üstelik çocuğa “Çocukların duası kabul olur” demiş, yavrum olmayacak beklentiler içinde.
Meseleyi son zamanlarda bu kadar deşmesinin arkasında annem falan mı var, çocuğa birşey mi fısıldadı acaba diye işkillendim ama söylemedim diye yemin billah edince kadıncağız, inandım.
Lakin dün bu kardeş sevdasının iç yüzü ortaya çıktı. Meğer bizimki kardeşe bayıldığından değil, kardeşi olursa, çilek mobilyadan ranza alınacağını tahmin ettiği için isteyip dururmuş.
“Ee kızım insan bir ranza için bu kadar zahmete girer mi, ben sana kardeşin olmasa da alırdım o ranzalardan” deyince “hadi alalım o zaman” diye coştu.
“Hala kardeş isteyecek misin ranzan olursa” dedim.
“cık” dedi...
Böööö, ben de ah yavrucak, sevecen kızım benim, nasıl da kardeş özlemi çekiyor anasının zamanında çektiği gibi diye ne hayaller kurmuştum...

22 Aralık 2008 Pazartesi

SİL BAŞTAN

Hayat fazla hızlı, hafta sonları da fazla kısa olunca böyle sersem sepelek ne olduğunu anlamadan kendimizi masanın başında buluveriyoruz işte.

Cumartesi sabah saatleri özgürlük saatlerimdi. Dostlarla brunch buluşmamız vardı. 3 yıldır, yaz mevsimi hariç, her ay birimizde düzenli olarak toplanıyoruz. Güzel bir kahvaltı sofrasında, taze çay eşliğinde bol bol sohbet edip, kahkahalar atıyoruz. Bu Cumartesi de dışarıda güzel bir yağmur, içeride sıcacık bir ev, mükellef bir sofra, özlediğim arkadaşlar vardı. Ooof of...
Kahvaltıda halamın ben küçükken çok yaptığı bir şey karşıma çıktı. Biz sütlü biber deriz, göçmenler lorlu biber diyorlar sanırım. Çocukken o kadar sevmezdim. Turşu biberlere taze lor peyniri basarak yapılan bir kahvaltılık. Nasıl anlatılır başka türlü bilmem. Arkadaş ondan bulmuş, uzun süredir yediğim birşeyden ilk defa tat aldım...
Ay dayanamayacak yazacağım artık...Nasılsa kimse bilmiyor, tanımıyor, doğru dürüst okumuyor, burada dürüst ve rahat olacağım demiştim, yine yapamıyorum, oysa burası benim özgürce içimi dökme alanım.
Kızıma bir kardeş geliyor...İnşallah...
İlk hamileliğimde 9 haftalıkken düşük yaptığım için, bu sefer temkinli olmak istedim. Sınırlı sayıda insana söyledim. Ne olur ne olmaz dedim...Gerçi insan daha cesur, daha tevekkel oluyor anne olduktan sonra. Sağlıklıysa, hayırlısı buysa olsun diyorum hep söylediğim gibi.
Henüz 6 haftalık.
Bu hamileliğim kızımda olduğu gibi rahat değil ne yazık ki. Ben hamilelikte bulantı olayının tamamen kadının kaprisi olduğunu savundum bugüne kadar. Hala da aksini düşünmüyorum. Bence hamilelik ile ilgili zihninde sorun olan ya da nazı, kaprisi bol kadınların hamileyken içi bulanıyor. Bulantıların kökeni psikolojik diye düşünüyorum.

Doktorun söylediğine göre, ilk 3 ayda yükselen progesteron hormonu, midedeki tüm kötü değişimlerin sorumlusu. Vücuttaki düz kasları gevşettiği için, hazım problemlerine neden oluyor, ağızda metalik bir tat oluşumuna, kabızlığa yol açıyor, üstelik daha da kötüsü, progesteron, depresyona sebep oluyor. Şimdi bilimsel bir açıklaması da var ama, yine de, kocam bile koktu, mutfak koktu ayol giremedim, pek fenayım kalkamıyorum türünde kapris döktüren hanımlara genelde baktığımızda ilk hamileliklerini yaşadıklarını görüyoruz. Çünkü evde bir çocuk varken, ay mutfak koktu giremedim, diyebilmek veya tuvalette kakasını yapmış küçük çocuğunuzun poposunu, içim bulanıyor diye silmemek yürek ister sanırım. Çocuklu kadının, sonraki hamileliklerinde bulantısı da, derdi tasası da, kaprisi de çok olamıyor maalesef. Evde başka bir başrol oyuncusu mevcut çünkü. Sıkıyorsa nazlan biraz...

Etrafımda, hamilelikte midesi bulanan arkadaşlarıma dair bir çetele tuttum, vallahi hepsinin bir psikolojik marazı vardı.
Fazla büyük konuşup atıp tutmaya başlamadan kendime bir dur diyorum ve ekliyorum. Bu sefer benim de çok bulantım var...
Kategorize ettiğim kadınlardan oldum çıktım. Ama teorimde ısrarlıyım. İçim bulanıyor çünkü hamilelikle ilgili psikolojik sorunlarım var.

- Sürpriz olduğu için, kabullenme sorunu yaşıyorum. Planlanan bir bebek olmadı. Kendi karar verdi gelmeye...
- Hamile kaldığımı bilmeden yaptığım şeyler için vicdan azabı çekiyorum. Saçımı boyattığım için, kullandığım ağrı kesiciler için, içtiğim bir iki kadeh şarap için...
- Kızımın ilkokula başlamasına bir ay kala doğacak bir bebek olduğu için korkuyor, kaygılanıyorum. Zaten hayatında kaç tane önemli dönüm noktası var bu çocukların. Biz en önemlilerden birine getirip bir de kardeş koyuyoruz. Çocuk okula, öğretmene, disipline, okumaya, yazmaya alışmaya çalışırken, evde viyaklayan bir bebek olacak. Bana her ihtiyacı olduğunda yanında olmak yerine belki bebeği emzirmem gerekecek. İstemesem de ilgim bölünecek. Kızıma ayırdığım zaman azalacak. Beni istediğinde kardeşiyle ilgilenmek zorunda kaldığımı görmek eminim ki hoşuna gitmeyecek.
Geçen yıl görüştüğümüz ilkokulun müdiresi, “anneler bekliyorlar, bekliyorlar, sağolsunlar tam çocuklarının ilkokula başladığı sene onlara bir kardeş yapıveriyorlar, ondan sonra burada çocuğu okula alıştırırken verdiğimiz uğraş iki katına çıkıyor, zor günler yaşıyoruz” demişti.
Tüm yazdıklarım içinde beni en çok üzen, geren, endişelendiren bu.
Öğrendiğim günden beri bu sorular kafamın içinde dolanıp duruyor.
Üstelik yoğun tempoda çalışan, her gün araba kullanan biriyim. 2 çocukla, uykusuz, aynı tempoya nasıl dayanacak, nasıl direksiyon sallayacağım...üstelik işyerim ne diyecek bu duruma. Daha 1 yıl olmuşken karşılarına böyle bir bomba haberle çıkmam, tam da kriz ortamında nasıl karşılanacak...

İşte bence içimde dönen tüm bu sorgular nedeniyle, hamileliğimden keyif alamıyorum içim bulanıyor. Ağzımda sürekli paslı demir yalamışım gibi bir tat. Yediğim hiçbirşeyin eski lezzeti yok. Çok sevdiğim gıdalar bile çekici gelmiyor. Eskaza birşey iyi geldi dediysem, ertesi gün o da bulandırmaya başlıyor. Çubuk kraker, elma, portakal, mandalin, peynir, ekmek, haşlanmış patates, sade makarna, yoğurt...yiyebildiğim şeyler. Süt ağzıma koyamıyorum. İçim dışıma çıkıyor. Çok acıkmamam gerek, hem başım ağrıyor, hem bulantım artıyor. Deniz ürünleri kokusuna bile tahammülüm yok. Oysa kızımın haftada 2 gün balık yemesi gerek. Bol bol su içmem lazımken, su bile içimi döndürüyor.
Sürekli limon yemek istiyorum, üstüne tuz dökerek.
Eskilerin ye ekşiyi doğur ayşeyi sözü gerçek mi oluyor bakalım, göreceğiz. Kızıma hamileyken kavanoz kavanoz kornişon yemiştim...
Üstelik kabızım, fazla su içemiyorum, sürekli peynir ekmek patates yemekten küp gibi oldum. Bu da feci stres yaratıyor bende.

Bir yanda tüm gelgitlerim, doğduktan sonraki ilk ayların kabusu ile başetme konusundaki enerjisizliğim, bulantılarım, sindirim problemlerim, korkularım, endişelerimle başetmeye çalışırken diğer yanda kızımın sesi geliyor kulağıma
“Anneanne, Allah’ a çok dua edersem, çok istersem bana bir kardeş verir mi, ben bu yeni yılda Allah’ tan bir kardeş isteyeceğim”

15 Aralık 2008 Pazartesi

TATİL BİTTİ

Bir 9 günlük tatili daha devirdik...
Tatilleri; valiz topla, gelince valiz boşalt, çamaşır yıka, yerleştir döngüsü olmasa daha da seveceğim...
Hiç olmazsa evde geçireceğim 3-4 günüm daha kalmış olsaydı....
Yavru kuş, soğuk ve karla karışık yağmur nedeniyle, bayram ziyaretlerine çıkıp, harçlık ve şeker toplama olayına giremedi geçen seferki gibi.
Haliyle biraz eve tıkılmış olduk. Sadece soğuk olsa, sarar sarmalar çıkartırım sorun değil ama yağmur fena bozdu bizi.
Bayramın 4.günü güneş biraz göründü. Hemen plastik çizmeleri giyip attık kendimizi bahçeye. Biraz salıncakta sallandıktan sonra, her tarafın ıslak, çamur olduğunu görünce, maymunum kendiliğinden eve girmek istedi.
Genelde evde kuzenlerle geçirilen bir tatil oldu bizimki. Oyunun dibine vurdular yine. Kuzeniyle 1 yaş fark var aralarında. Her geçen yıl daha az kapışıyorlar. Birbirlerine gaz verip yemek yiyorlar. Bize karşı cephe kuruyorlar. Umarım çok iyi dost olurlar ileride de. Babaannemiz bizi yine fena şımarttı. Çeşit çeşit yemekler, tatlılar, börekler, kilo aldım da geldim, çok fena oldu bu iş.

Her sabah belim tutularak uyansam da, kuzuyla koyun koyuna uyuduk. Bazı geceler, yeter ulaayn diye dellenip, eşimle yer değiştirdim. Diğer yatağa geçtim. Bir çocuk bu kadar mı deli yatar. Kıç kadar yerde yine debelenip, başucu kısmından yataktan düşmeyi başardı. Komik olan, düştüğü yerde hala uyumaya devam etmesiydi. 8 aylıkken de aynı yatak kenarına yaptığım devasa bariyeri her nasılsa aşıp, kalorifer peteği ile yatak arasındaki abidik boşluğa düşmüştü. Olayı simüle etmeye çalışsak da başaramadık, oraya nasıl düştüğünü hala çözemedik.
Tatile gittiğimiz otellerde, çocuk yatağı koyarlar mesela, çocukluyuz deyince. Bizimki asla yatamaz o yatakta. Genelde yatak ebatları büyükse kuzuyu ortaya alır, üçümüz uyuruz. Bizimki ikimizin arasına enine yatar, kafayı bana, ayakları babadan tarafa dayar. Bütün gece o minik ayaklar babanın ağzını, suratını tekmeler. Bu nedenle tüm tatillerde uyku eşime haram olur. Bu sefer de tekmeler, benim belime belime geldi. Aman olsun, sabahları maymunun sırıtışı ve yüzüme minik dokunuşları ile uyanmak çok güzeldi...

Sonuçta huzurlu bir tatildi. Ben bile inanamadım kendime...

Aslında kafam karışık bugünlerde, çok karışık hem de...Bugün geleceğimizi epeyce etkileyecek birşey açıklığa kavuşacak...Sonuçta olabilecekleri düşündükçe, hiç de iç açıcı, ferah bir tablo çıkmıyor ortaya, ama yine de hayırlısı diyorum ben...

2008 çok zor bir yıl oldu benim için. Umarım 2009 onu unutturacak mutluluklar getirir...

26 Kasım 2008 Çarşamba

çalışan annenin bitmeyen sorunsalı

Dünden beri bir blogta okuduğum annelerin çalışması ile ilgili bir yazı ve bu yazıya bırakılan yorumlar hakkında düşünüyorum.
Ben çalışırken evde olmayı, evdeyken de çalışmayı özlüyorum...
Bu anlamda yine çelişkiler ve gelgitler yumağıyım...

Bırakılan yorumlarda, çocuğun annesine ihtiyacı vardır, nasıl bakıcıya bırakırsınız, insan yetiştirmek herşeyden önemli, nasıl işe gidebilir insan, ilklerini hep başkaları görecek konulu yorumları okurken neden sinirlendiğimi çözemedim ama. Evet düpedüz sinirlendim. Bu kadınların gerçekten mutlu olup olmadıklarını düşündüm.

Ama hayal ettiğim hayatı düşündüm sonra. Bu hayatta ben hiç işe gitmiyorum, gitmek zorunda kalmıyorum...

10 sene çalıştıktan sonra isteğim dışında işsiz kaldım ben. O dönemde kızım 3 yaşındaydı. Durum ufukta belirmeye başlayınca çok sevindim. Yıllardır hayal ettiğim hayat beni bekliyordu. Kızımın uyanışını görecek, ona kahvaltı hazırlayacaktım, sonra beraber gezmelere gidecektik, parka ben götürecektim onu. Öğle uykusuna yattığı saatlerde yemek hazırlayacak, biraz kendime vakit ayıracaktım. Düşündükçe heyecanlanıyordum bu hayatı.

Çıkışlarımızı verdikleri gün hiç de beklediğim gibi mutlu olamadığımı farkettim. Bankada neredeyse 1 yıla yakın maaşım duruyordu, tazminat almıştım çünkü. Yani 1 yıl çalışmasam, madden etkilenmeyecektik.

Üstelik nasılsa birkaç ay sonra bir iş bulurum düşüncesiyle evdeki bakıcıyı da göndermemiştim. Evimin işi yapılıyordu, çocuğumu bırakıp çıkmam gerektiğinde sorunum yoktu. Kızımla beraber gezmelere giderken de, bakıcıya yemek, ütü vs için talimat bırakıp kızımı da alıp çıkıyordum. Akşam geldiğimde herşey hazır oluyordu.

Ben her zaman olduğu gibi yaşarken, tadını değil bokunu çıkardığım için, sürekli mızmızlanıyordum.
Başvurduğum, görüşmeye gittiğim, birçok iş görüşmesi vardı. Ama bıraktığım işin koşullarıyla hiçbiri boy ölçüşemediğinden, standartlarımı düşürmeyi de gururuma yediremediğimden, bir türlü iş bulamıyordum.

Sürekli depresiftim. Halbuki maddi kaygılar da henüz baş göstermediğinden tam bir tatlı hayat yaşıyor, geziyor tozuyor harcıyordum...

Haftalarım dolu dolu geçiyordu. 10 yıldır yapmayı isteyip de yapamadıklarım listesinde bulunan herşeye vakit ayırmaya çalışıyordum. Aşırı da sosyal birisi olduğum için, hafta başından tüm haftayı programlamış, çalışmayan arkadaşlarla görüşmeler ayarlamış, sinemalar, tiyatrolar, alışveriş merkezleri gibi gidilecek yerlerin listesini de hazırlamış oluyordum. Bu programların %80’ inde kızım da vardı. Doya doya gezip tozuyorduk onunla. Sabah kalkıyor, kahvaltı ediyorduk. Ben keyif çayımı içerken bakıcı masayı toplayıp, öğlen yemeğini yapıyordu. Sonra programımız yoksa kızımı alıp parka gidiyordum. Parktan gelip öğle yemeğini yedirip uyutuyordum kızımı. Bazen ben de onunla uyuyakalıyordum. Uyumadığım zamanlarda mutfağa girip tarifler deniyordum.
Bazen bilgisayar başında takılıp kalıyordum. Bazen kitap okuyordum, bazen tv izliyordum, bazen örgü örüyordum.

Dışarı çıktığımız zamanlarda da kızımı giydirip süsleyip ya bir alışveriş merkezine ya sinemaya ya da bir arkadaş gezmesine gidiyorduk. Bazen arkadaşlar bize geliyordu. O zaman onlara güzel masalar kurmak için sıvıyordum kolları.

Güneşli sonbahar, kış günleri öğleden sonralarında çocuklarımız oynarken, biz de sohbet ediyorduk.
Bazen de tek başıma, kimse olmadan geziyordum. Mağazalara, kitapçılara amaçsızca girip çıkıyor, sevdiğim sokaklarda, caddelerde dolanıyordum.
Kızıma güzel şeyler alıyordum bazen. Elim kolum poşetlerle dolu eve dönüyordum.

Ama işin garibi, mutlu değildim.
Daha ilk haftadan, kendimi amaçsız, ipsiz, sapsız bir sabah sabah seda sayan kadını gibi hissetmeye başlamış, bankaların bile önünden geçerken orada harıl harıl çalışan, presantabl kadınlara hasetlenir olmuştum.
Bu şekilde yaklaşık 10 ay geçirdim. Üstelik 10 ay zarfında işsizlik sigortasından da maaş aldım.
Hayatımın en güzel ama en güzel dönemiydi. Daha doğrusu dönemiymiş.

Zaman ilerleyip, görüşmelerim olumsuz oldukça umudum kırılmaya başladı. Ben hep böyle evde kalacağım diye korktum.
Bu hayat her ne kadar güzel görünse de, rutine girdikten sonra o da sıkıyor. Üstüne üstlük, 1 yılın sonunda paralar suyunu çekmeye başlayıp da bazı lükslerimizden ödün verme durumlarıyla karşılaştığımda, moralim daha da bozuldu.


Önce bakıcım işi bıraktı. Temizlikçiyi haftada 2 güne çıkardım hemen. Haa bakıcı gelirken eve haftada 1 de temizlikçi alıyordum. Paraların bu kadar çabuk bitmesine şaşmamalı.
Sonra harcamalarımıza dikkat etme dönemi başladı. Eee ister istemez bu gezme tozma, sinema, alışveriş olaylarım kısıtlandı.
Bu da bendeki stresi arttırdı.
Çalışmamak güzel; ama kaynaklar kısıtlıyken, geçim derdi varken, harcayacağınız paranın hesabını sürekli yaparken, aldığınız en basit şeylerden bile vicdan azabı duyarken hiç değil, tecrübeyle sabittir.
Önceden çocuğuma beğendiğim bir pantolonu pervasızca alabilirken, şimdi 10 kere düşünür olmuştum. Çok pahalı, daha ucuzunu bulur muyum, gereksiz mi acaba şimdi diye...

Önceden dışarıda program yapmak için hiç düşünmezken, şimdi ay şimdi masraf olacak, öğle yemeğini yiyip gideyim, orada sadece çay içerim, yoksa evde mi buluşsak para harcamamış oluruz diye hesap kitaba başlamıştım...

1 yıl bittiğinde ben artık çalışmama olayından hevesimi almış, bir iş bulmak için deli gibi dua eder hale gelmiştim.
Sabah kalk, ortalığı topla, çocuğu yedir içir, onunla oyna, akşam için yemek ayarla döngüsü sandığım kadar mutlu etmemişti beni...
İşe gittiğim ...hanım olduğum, daha bakımlı olduğum, kendime sanki daha fazla saygı duyduğum günleri özlüyordum.
Para kazanamıyordum artık. Birşey üretemiyordum. Evet bir evi idare ediyor, bir çocuk yetiştiriyordum ama bu beni tatmin etmiyordu.
Kızımla olmaktan çok mutluydum, ama kreş yaşı da gelmişti. O kreşe gidince evde beni bekleyen büyük boşluk ve yalnızlığı düşünmemeye çalışıyordum.
Derken daha fazla erteleyemedik elbette, yarım gün kreşe başladı. Yarım gün onsuz olmak bile bana koydu. Ben neden evdeyim diye sorgulamaya başladım.
Tam gün gitmeye başlarsa ben ne olacağım diye kendime acımaya başladım.

Zamanla kendime saygım azaldığından, ruh halim de bozuldu. Eşime herşeyden hır çıkarır oldum. Bugünlerde itiraf ediyor eve gelirken ayaklarının geri geri gittiğini...
Kumaş pantolonlarıma özlemle bakıyordum, üstümde kot ve eşofmandan oluşan üniformalarım vardı artık. Topuklu ayakkabılarım dolapta tozlanıyordu. Giyim tarzım değişmişti.
Çalışan arkadaşlarımı kıskanır olmuştum....
1.5 yıl sonunda bir iş buldum. Fakat çok büyük bir hata yaptım. Kariyerimde açılmış bir kara deliktir orası. 5 ay beni ruhen ve bedenen çok yıpratan bir işte çalıştım. 5 ay dayanabildim. İş bulmadan, bulur muyum diye kaygılanmadan kaçtım. İyi ki öyle yapmışım.
İşsizliğimdeki 2. dönem çok kısa sürdü.
Daha ilk haftada insanın dudağını uçuklatacak kadar ilahi bir tesadüfle şu andaki işimden teklif aldım. Görüşme, kararsızlık, süreç vs derken 2 ay geçti yine evde.
Ama sonu olduğunu bildiğim için bu 2 ayı o kadar güzel, o kadar dolu dolu yaşadım ki....
Gerçekten özlemiş ve arzu ettiği koşullara kavuşmuş birisi olarak başladım tekrar yeni işime.
Şu anda mutsuz değilim ama geçmişime döndüğümde o kıymetini bilemediğim 1.5 yılımı çok özlüyorum, çok imreniyorum.
Neleri yanlış yaptığımı farkediyorum.
Genel olarak anın tadını çıkaramama problemim var benim. Ya geçmişi özlüyor ya da daha iyisi olsaydı diye dertleniyorum. Oysa yaşadığın gün de bir gün geçmiş oluyor ve özleniyor aslında.
O zamanlarda kızıma bir kardeş doğurmamam yaptığım en büyük hata. Doğursaydım, şimdi o da kreşe gidiyor olacaktı. Artık yaşım ilerledi, bakım problemi var, kesinlike cesaret edemem.
Hemen iş bulurum, hamile kalırsam çalışma hayatından iyice uzak kalırım diye korktum o zaman.
Belki de böylesi hayırlıydı kimbilir.
Ama şu gün tekrar düşündüğümde, maddi kaygılarım olmasa, çalışmazdım diyorum. Çocuğunu kendi büyütebilenlere gıpta ediyorum. Ama bir yandan da kadın, çalışma hayatında mutlaka olmalı diyorum. Evkadını olup, çocuk, çamaşır, ev işi arasında körelip gitmemeli. Bir ömrü sadece evde tüketmemeli bir kadın. Üretmeli, kazanmalı.
O yüzden bence ilk 3 yılın kadının evde oturup çocuğuna bakmasını destekleyen yasalar olmalı bizde. Ama 3 yılın sonunda da kadının çalışmasını desteklemeli yasalar. Çocuk okula başladıktan sonra anne de işe başlamalı. Çalışmaya gönlü ve gücü olan her birey çalışmalı.
Çok karışık yazdım, keşke toparlayacak vaktim olsa...
Ama uzun zamandır içimi dökmek istiyordum bu konuda...

14 Kasım 2008 Cuma

I.S.S.I.Z A.D.A.M

son günlerde seyrettiğim en sıcacık filmdi, ıssız adam...
kıpır kıpır etti içimi, beni benden aldı götürdü. neydi bu kadar güzel olan diye anlatmaya kalksam, sıradan bir hikayeden öte birşey çıkmayacak ağzımdan.
ama işte, bu sıradan hikayeyi böyle güzel, böyle çarpıcı, böyle dokundurucu anlatmış çağan abimiz...belki de ben çok hazırdım etkilenmeye, belki ben çok motive gittim bilmiyorum. ama koltuğa çivilendim, nefes alamadım, ağlamadım sonunda ama vuruldum...evet ben bu filme vuruldum. bu filmde istanbula tekrar aşık oldum. bu filmde aşık olmanın ne kadar güzel olduğunu tekrar hatırladım.
hikaye bir metropol aşkını anlatıyor. alper kendi cafe' si olan bir genç adam. mutfağa giren, güzel ve yaratıcı yemekler yapan, şarap içmeyi seven, şaraptan anlayan ince ruhlu erkek profiliyle hepimizin gönül telini şöööyle bir titretiyor. ama yalnız bir adam alper. anadoludan gelmiş. iliklerine kadar istanbullu olmuş. çılgın kalabalık içinde ama yalnız. filmin başında hep bu sahneleri görüyoruz. tüm zevkleri tatıp, hep bir ilerisini, daha başkasını aramanın özlemiyle olmadık şeyler deniyor. aşk yok sadece seks var hayatında. parayla seks yaptığı kadınlar, tek gecelik ilişkiler var. hiçbir zaman yatağında bir kadınla uyumuyor ama. başkasıyla uyuyamıyor, öyle kanıksamış yalnızlığını...
sonra adayı tanıyor tesadüfen. hayatı değişiyor, sevmeyi, dokunmayı öğreniyor ama öğrendiklerinden ürküyor. kendi soğuk ve paslı yalnızlığına geri dönmeyi istiyor, bir süre mücadele ediyor. sonra vazgeçemiyor alışkanlığından.
bir aşk filmi olarak elbette daha güzel, daha dokunaklı, daha acıklı, daha ajite olabilirdi, ama bu haliyle öyle yalın, öyle gerçek, öyle aydınlık ki bu film...insan şöyle olsaydı bile diyemiyor, ben diyemedim. tam olması gerektiği gibi olmuş bence.
istanbul sahnelerine eridim bittim, daha da bir özledim.
müzikler özellikle 70' li yıllardan seçilmiş. nil burak, ayla dikmen, semiramis pekkan, insan dinledikçe dinleyesi geliyor. bir filme bu kadar mı yakışır dedirtiyor. o yıllardaki temiz ve sade aşkları mı hatırlatsın diye seçildiler bilmem...
belki de benzeri bir hikayem olduğu için geçmişimde bu kadar tutuldum bilmiyorum, ama ben bu filmi çok sevdim, çooook sevdim...

27 Ağustos 2008 Çarşamba

yine yeni yeniden

3 senedir blog alemindeyim.
Bir heves başlamıştım bu işe. Sonra cümle alem duyunca bloğumu bıraktım. Gizlilik istiyorsan git bi defter al ona yaz di mi? Kalkıp milyonlara açık alanda niye günlük tutmaya kalkışıyorsun?
Baktım çok deşifre oluyorum, geçmişi gizledim, bloğumun adını değiştirdim. Ama o da kesmedi.
Ben gönlümce yazayım istiyorum, aman filanca okuyor kırılmasın şimdi, bunu okursa kocam kızacak, ay aslı buna bozulmasın diye düşünmek istemiyorum.
Neme lazım yine gerçek isimleri kullanmayacağım burada ama şöyle bir farkedilene kadar dökeyim bakalım içimi.
Bakalım ne kadar özlemişim yazmayı...

7 Ağustos 2008 Perşembe

merhaba

burada yazacağım gönlümce, kimseler bilmeden, kimselere söylemeden bu sefer.